Menü
içinde

Toplaşmış Ruhların Sık Kalabalığı

“Hayatta, realiteye, menfaatlerine döndüğün zaman içinde ne şeytan kalacak ne peygamber… Vücudunun ve ruhunun ne kadar basit bir makine olduğunu öğren, istediklerini teyit et ve bunlara doğru azimle ilerlemeye başla… Göreceksin!”

(Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan)

Doğduğumuz andan itibaren bir sürü duygu karmaşası içinden geçiyoruz. Ağlayarak acımızı ifade ederken güldüğümüzde mutlu olduğumuz anlaşılabiliyor. Stresli olduğumuz zamanlarda bile vücudumuz en şiddetli tepkileri verebiliyor. Yaratılış mekanizmamız duygularımızla aynı paralelde çalışıyor desek, yanılmış olmayız.

Gabor Mate, Vücudun Hayır Diyorsa isimli kitabında, yaşamın içinde ifade edilemeyen duyguların yol açtığı psikoimmünolojik hastalıklara ve bu deneyimi yaşayan hastaların öykülerine yer veriyor. Duyguların yaşamda ne kadar kritik bir yerde olduğu okuyucuya çeşitli hasta profilleriyle sunuyor. Bir hasta profilinde, babasıyla ilişkisinde öfkesini dile getiremeyen bir çocuğun, bastırmış olduğu bir duygu sebebiyle, karakter gelişimi ve duygusal gelişimi, toplumda sağlıklı bir birey olarak adlandıracağımız sınıfa uymayacak kadar elzem. Duygularını bastırmış ve bu durumun farkında bile olmayan insanları ise, kitapta çok mutlu bir son karşılamıyor. Öyle ki duygular biyokimyasal sistem üzerinde çarpıcı etkiler yarattığından bağışıklık arttırıcı tedavi sağlar. Yani hissetmek ve farkında olmak insanı iyileştirebilir. Farkında olmamak ise, hastalığa sebebiyet verebilir.

Zıtlıkların hüküm sürdüğü dünyamızda insanı etkileyen birçok duygu var elbette. Sevgi, nefrete, nefret öfkeye, öfke hırsa, hırs ise, dönüşü olmayan insanlığa dair tehlikeli olarak tanımlayacağımız davranışlara yol açabilir. Klasik yaşamda hırsı en fazla başarı odaklı işleri gerçekleştirebilme arzusunu eyleme dökme mücadelesinde görebiliriz. Evet. Ancak toplumda  sınıflar var ve her sınıf aynı duygu temelinde gelişmiyor. Bakınız, Human belgeselinde şöyle bir yaşam örneği var; babasından küçükken şiddet gören bir çocuk, şiddeti sevgi temelinde bağdaştırarak, yetişkinlik döneminde kız arkadaşını çok sevdiği iddia ettiği için öldürüyor. Duygusal hazlar, çocuk yaşta öğrenildiği için dönüşü olmayan sonuçlara yol açabiliyor. Aynı bağlamda, bir liderin toprak elde etme hırsı, çevre coğrafyada bir sürü yaşamın son bulmasına sebebiyet verebiliyor. Toplum için kabul görülen ahlaki duygular her bireyde aynı telepatik bağı oluşturmuyor.

Bu doğrultuda herkesle aynı duyguyu paylaşamayan kişiler, aileden başlayarak yaşamın her alanında kendilerini yalnız hissedebilirler. Tıpkı Frankenstein gibi. Victor karakterinin başlangıç hikayesi, annesiyle kurduğu bağ, geçmişteki en mutlu anısına bağımlı kalması, kayıpları üzerinde kurduğu gelecek tasviri ve yarattığı canavara iyi bir ebeveyn olamaması sonucunda oluşan trajik hikaye. İnsan hırsının büyüleyici korkunçluğu ve sınırsızlığı…

Frankestein’in öyküsü aslında insan olabilmenin her şeye rağmen mümkün olduğunu, o saf ruhu hamur gibi şekillendirebileceğimizi ve en temelde hissedebiliyor olmamızın harikuladeliğini bizlere anlatıyor. Yaşama her birey farklı bir anlam yükleyebilir. Bir yaprağın yazın yeşil, sonbaharda kahverengi olması her insanda farklı bir duyguyu şahlandırabilir. Bu zıt duyguların getirmiş olduğu kaos ise, insana bir seçim şansı sunabilir. İşte, insan olmanın özgünlüğünü bize anımsatan hoş seçimler. Ve bu seçimleri bir canavarın gözünden izlemek. Hayatın tatlı bir ironisi.

Yorum Bırakın

Exit mobile version
Araç çubuğuna atla