
“Ben insanı seviyorum. Onun şartlarıyla dövüşme kudretini seviyorum. Kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum. Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız. Hiçbir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz… İlk düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi kâinatı gittikçe ihata eden, kendi başlarına mevcut olan her şeyi birleştiren zekânın ilk kımıldanışı, tabiata izafe ettiğimiz bir yığın zenginlikler…”
İnsan, dünyaya geldiği ilk günden itibaren belirli bir öğreti dışına çıkmadan büyütülüyor. Geriye doğru baktığımızda tüm bu öğretiler insanın düşünsel, davranışsal anlamda bir özne ve kalıba girmesine yol açıyor. Dünyaya geldiğimiz coğrafya ve bu coğrafyanın siyasi, kültürel, geleneksel kodları insanın zihin yapısındaki özgürlük anlayışını bile etkiliyor. Bir inanca sımsıkı bağlı olan insan, o inancın öğretisi neyse ona göre yaşıyor ve o kalıp dışına çıkmak bir belirsizlik anlamı taşıdığından, süreç kaçınılmaz bir hal alıyor.

İnsanlar, tüm bu öğretiler, yaşamsal kodlar ve etnik kimliklerle seslenilmesine rağmen hayatın anlamını aramaya ve sorgulamaya yıllar boyunca devam etmiş. Ancak, kapitalizmle birlikte hayatımıza giren merkantilist düşünce yapısı insanı, insan yapan öğeleri tersine yöne savurarak, marka ile temsil edilen öz kimlik inşası, sürekli değişim ve sürekli tüketim, küreselleşmeyle gelen köksüzlük, temelde mücadele edilen özgürlük anlayışının getirdiği gelecek belirsizliği düşünceleri ile farklı bir özne grubu oluşturarak toplumu akışkan ancak kendine yabancı bireylerden oluşan bir topluluk haline getirdi. İnsanlar çalıştıkları işyerlerinde artık sürecin makineleşmiş bir bileşeni, otomatın bir parçası gibi. Görev tanımı, hedefler, her şey çok öncesinde belli ve kendine yabancı insan, bu hedefe ulaşmak için ömrü boyunca çabalayıp duruyor. Herkes aynı amaca yönelik, herkes bir suret, her iş bir suret ancak işin sahibi yok.
Geçmiş yüzyıllara baktığımızda bir terzinin kumaştan ipliğe, desenden kalıba sürecin hepsine hakim olduğunu görebiliriz. Günümüzde bir ürünü satın aldığımızda ve o ürünün başına bir sey geldiğinde satış temsilcisi dışında kime ulaşabiliriz? Bizi satın alan markaların kumaşlarını nerden aldığı, o üretimi kim bilir hangi üçüncü sınıf bir ülkede yaptığını bile bilmiyoruz. Temsil edenin, temsil edeni, temsil eden kişilerin oluşturduğu bir sarmal… Endüstriyel toplumun standartlaşma ve kalite arzusu bireysel dokunuşları da denklem dışına itiyor. Üçüncü sınıf bir ülkede dikilen lüks markanın ürününe bireysel dokunuş yapma cüretini artık kimse gösteremiyor.
Hâlbuki, makineleşme cağından evvel insanlar, hayal gücüyle, yaratıcı ve eşsiz potansiyelleriyle, özgürlüğe verdikleri mücadelelerle anılırlardı. Şimdi ise, özgürlük yerine güvenlik endişesi, üretmek yerine kronik yalnızlık, kendini keşif yerine daha da tüketmeyi motive eden terapi yöntemleri konuşuluyor. Tüm bu kimliksel kalıplar doğduğumuz yer, büyüdüğümüz aile, arkadaş çevremiz, inandığımız din ve ideolojiye göre değişiyor. Yasamın getirisine göre tüketmeye bağlı davranış modelleri elbette değişiyor ve ayak uydurmaya çalışmak ayıp değil. İnsan ancak kendini keşfettiğinde gerçekten tüm bu öznelerin, sadece zihnini oyalamak için dünyanın sunduğu bir oyun olduğunun farkına varıyor.