“Bak, sana bir hikâye anlatacağım Toto. Bir zamanlar krallığın birinde bir kral güzel prenses için ziyafet verir. Kapıda bekleyen asker kralın kızını görür ve bir çırpıda aşık olur. Fakat kralın kızının basit bir kapı görevlisiyle ne işi olabilir? En sonunda asker prensese ulaşır ve artık onsuz hayatının bir anlamı olmadığını söyler. Prenses askerin aşkından etkilenir. “Eğer balkonumun altında hiç hareket etmeden yüz gün yüz gece bekleyebilirsen senin olabilirim.” der. Asker kabul eder ve prensesin balkonun altına gider. Bir gün, iki gün, üç gün, yirmi gün, otuz gün… Her gece prenses dışarı bakar, ama o kımıldamaz bile. Yağmurda, rüzgârda, karda… O hep oradadır. Kuşlar kafasına pisler, arılar sokar, ama o kımıldamaz. Doksanıncı günden sonra taş kesilmiş bir vaziyette gözlerinden akan yaşları zapt edemez. Uyumaya bile dermanı kalmamıştır. Tüm o günlerinde prenses onu camından seyreder. Ve doksan dokuzuncu günün akşamında asker sessizce çekip gider oradan. Bu hikâyenin ne anlama geldiğini sorma. Çünkü ben de bilmiyorum. Eğer bir gün anlarsan sen bana söylersin.”
(Alfredo, Cinema Paradiso)
Her insanın yaşamı, mutlulukları, çektiği ızdırap dolu acılar… Yaşanmışlıkların hepsi bir hikâyede buluşur, karşımıza kıymetli bir eser olarak gelir. Çoğu sinema filmi, yazılan eserler insan hayatına dokunduğunda, hayattan bir parça taşıdığında daha kıymetli değil midir?
Oldukça uzun zamandır sinema sektörü aslında bu “yaşanmışlık yoksunluğundan” kaynaklı hayata dokunan hikayeleri seyirciye sunamıyor. Oysa dünya erişilmez derecede büyük, bu büyüklük hiç bilmediğimiz kültürleri karşımıza çıkarıyor, bizler bu güzelliğin farkında mıyız peki? Siz Türkiye’de izlediğiniz bir filmde gülerken/ağlarken, Hindistan’da aynı filmi izleyen kişinin de ağlaması/gülmesi çok insani değil midir? Bunlar insanı bu dünyada yalnız hissettirmeyen muazzam duygu karmaşası değil midir?
Hep eski Türk filmlerinin, insanın içine daha çok işlediği söylenir ve farklı bir samimiyet duygusu bıraktığı da aşikadır. Kültür yakınlığı edindiğimiz filmlerin, hikayelerin izlerini seyrettiğimiz/okuduğumuz bir eserde görmek, soyut duygularımızı daha derin yaşamamıza yol açmaktadır. Tam bu noktada 1988 yapımı bir İtalyan filmi karşımıza çıkıyor. Günümüzde belki hiçbir filmde göremediğimiz samimiyeti, şimdi, bu yoksun zamanda görmemizi, hissetmemizi sağlıyor.
Hikaye, İtalya’nın ufak bir kasabasında başlıyor. Sinemayla ilgilenen ufak bir çocuğun biyografisini izliyormuşsunuz gibi düşünebilirsiniz ilk etapta, ancak hikaye ilerledikçe kendi yaşantınızla ilgili öyle detaylara hapsoluyorsunuz ki, o etkiden kurtulmak haftalarınızı alabiliyor. Savaşın ortasında babasını kaybetmiş ufacık bir çocuğun yaptığı yaramazlıklarla annesinden yediği dayakları, onu korumaya çalışan – ve ileride en yakın dostu olacağını anlayacağımız- Alfredo amcasını, o günün koşullarında dini değerlerin çok kıymetli olduğu İtalya’yı, bir çocuğun perspektifinden izliyoruz. Büyüme çağına geldiğinde ise, aşık olduğu kız için verdiği çabaları, yol ayrımlarını bu noktada verdiği kararları izlerken, ben olsaydım ne yapardım demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz.
Aslında hikaye Alfredo karakterinin Toto’da gördüğü sinema aşkına ve yapabileceklerine yoğunlaşıyor. Bu aşamada Alfredo, Toto’nun o kasabada kalmasını istemiyor. Alfredo : Bu yerden çık git artık, içindeyken her şey değişmeyecekmiş gibi geliyor, sonra 1 yıllığına uzak kalıyorsun, her şey değişiyor, sana ait olduğunu düşündüklerin gidiyor. Bu sözleriyle Toto’yu hem aşkından hem geçmişinden uzaklaştırıyor. Toto’nun aşkının, sinema tutkusunun önüne geçeceğini düşünen Alfredo, Toto’yu 30 yıl sürecek bir ayrılığa sürüklüyor.
Toto’nun 30 yıllık süreçte çok iyi bir yönetmen olduğunu görüyoruz ancak içerisindeki o boşluğu kapatamadığını, aşkını asla unutamadığını, geriye döndüğünde, gençliğiyle ve İtalya’nın değişmiş görünümüyle yüzleştiğinde anlıyoruz. Alfredo’nun Toto’ya bıraktığı mirasta ise, şunu anlıyoruz, gerçek aşklar yalnızca sinema filmlerinde mutlu sonla biter. Dolayısıyla filmin içinde ki ask ne kadar bir trajedi ile sonuçlansa da, yine de Cinema Paradiso bir mutlu ask filmi, çünkü sinemaya aşık olmanın filmi.
Dip not: Film ve soundtrackları şiddetle önerilir.